J. Büşra Şahin
Büyük toplumsal travmaların en önemli örneklerinden olan sürgün ve soykırımlar, Çerkes toplumunu için 19. yüzyıl boyunca dalgalar şeklinde gerçekleşmiş ve toplumsal hafızaya kazınmıştır. Dalgaların en büyüğü 21 Mayıs 1864’te yaşanmış ve bu tarih, tüm dalgaları temsilen Çerkesler için sürgünün ve soykırımın yıldönümü kabul edilmiştir. Yıllardır özenle incelenip tarihsel aktarımı yapılan sürgünün, bugün elimizdeki verileri oldukça geniştir. Ancak yaşananlarda kadınlar ve çocukların deneyimlerine özellikle dikkat edilmediği görülmektedir. Oysaki kitlesel hareketlerde (özellikle bir kıyısı militarizme dokunuyorsa) en çok zararı görenlerin kadın ve çocuklar olduğu bilinmektedir. Bu yazının verilerini oluşturmak amacıyla, diasporada yayımlanan Çerkes/Kafkas dergileri taranmış ve sürgün/soykırım sayılarında kadınlara dair söylemlerin izi sürülmüştür. Taranan dergiler arasında Kafdağı, Nart, Kafkasya, Kafkas Vakfı Bülten, Nartların Sesi, Kafkasya Forumu ve Marje dergileri bulunmaktadır. Elde edilen veriler maalesef ki çok azdır. Bu veriler ışığında; zorunlu kitlesel göç zamanında –ve hemen sonrasında- kadın ve çocukların yaşadıklarına dikkat çekilmeye çalışılacaktır.

Sürgün ile Osmanlı topraklarına gelen Çerkeslerin hikâyelerine bakıldığında, kadınlara yönelik gelişmelerde ilk dikkati çeken saray ve cariyelik olur. Anlatılar ve Çerkes kadınına yönelik tarihsel aktarımlar, saraydaki cariyeler çevresinde dönmektedir. Osmanlı haremindeki Çerkes kadınlar her zaman bilinmiştir ancak sürgün ile bu durum, kadınlardan çift taraflı faydalanma durumuna gelmiştir. Osmanlı sarayı için Çerkes kadınları her zaman cazibeli konumda olmuş ve haremlerde kullanılmış, köle olarak alınıp satılmıştır. Sürgün sonrasına Anadolu’da Çerkes kadınlarının sayısının artması ve köle fiyatlarının düşmesi, Osmanlı haremi için adeta “nimet” olmuştur. Maalesef kabul etmek gerekir ki; Çerkes kadınlarının “alıcısı” varsa bir de “satıcısı” olmalıdır ve alıcı kadar satıcı da suçludur. Kafdağı Dergisi’nin 13-14. sayıları 2. kısmında cariyelikten şu şekilde bahsedilmektedir:
“1864 Çerkes göçünden sonra, Osmanlı Sarayındaki Çerkes cariye sayısı artmıştır. Son döneme ilişkin olarak saraylılarla görüşmelerim vardır, örneğin büyük teyzem de bir saraylıydı (ki merhum cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün üvey annesidir). Saraylı, evlenip saraydan ayrılan kişiye denirdi.
Son dönem özellikle etnik Vubıh ve Abhaz kızları Saray’a alınmıştır. Bunlar uysal ve çalışkan olmaları nedeniyle yeğleniyorlardı. Kızlar soylular tarafından sağlanır, Saray’a hediye olarak verilirlerdi. Soylular o yoldan Saray ile ilişkilerini sürdürür, çıkar sağlarlardı.
Çerkes cariyelerle Adiğeler arasında onurlandırma bakımından Saraylı deniyordu. Saraylı cariyeler belki özendirme bakımından belli aralarla ve gruplar halinde, özellikle yazları bol hediyelerle memleketlerine (Düzce, Bolu, Gönen vb.) gönderilirlerdi. Bunlar Saray’ın istemesi, bol hediye getirmeleri ve dağıtmaları nedeniyle iyi karşılama görürlerdi. Örneğin, Düzceli saraylı kızlar (cariyeler) Hendek’te karşılanır, kendileri için düzenlenen oyun ve gösteriler içerisinde ağırlanarak Düzce’ye getirilirlerdi.
Saraylı (cariye) geleneği, söylenenlerin aksine sadece Cumhuriyetin kurulması ve sarayın kapatılması ile son bulmuştur.”
Kadınların hem sarayda cariye olarak hem de aileleri tarafından gelir kaynağı olarak kullanılmaları dışında, sürgüne bağlı anlatımlarda hep “anne” vasfıyla dile getirildikleri görülür. Örneğin “Her kadın kendi çocuğundan başka mutlaka iki, üç çocuğu da emzirmek durumundaydı” veya “Çocukları onlara sağ bırakmamak için onlarla nehirlere, uçurumlara atlayan kadınların çığlıkları hala yankılanıyordu kulaklarımda”[1] cümleleri, kadınların anne kimlikleri ile yaşadıkları eziyetlere odaklanmaktadır. Savaşta veya esarette olduğu gibi sürgünde de kadınlar üreme fikrinden ayrı tutulmaz ve doğurganlıkları ön plana çıkarılır. Bu durum, sürgün sonrası diasporada milliyetçilik fikrinin gelişmesi sürecinde de devam eder. Kadın, millî kimliği gelecek nesillere aktarmakla görevli kişi olarak görülür. Aynı annelik vurgusu, Kafkas Vakfı Bülten’de de görülüyor:
“’Dikili taş’ elbisesi (obilisk, anıt), sanatçının felsefi düşünüşlerini, enerjisini; barış, savaş, düşmanlık, iyilik ve kötülüğe dair yorumlarını yansıtıyor. Sanatçı bu eseri, 1994 yılında, Rus – Kafkas savaşlarında ölenlerin anıldığı Büyük Çerkes Sürgünü’nün 130. yıl dönümü merasimlerinin anısına yapmış. Siyah yas elbisesine bürünen genç anne, iki küçük yavrusunun güven içinde sağlıkla büyümesini, çocuklarına zarar verilmemesini rica ediyor.”[2]
“Kafkas Kültürünü Dünyaya Tanıtan Adam: Staş Yuri” başlıklı yazıdan alınan, Yuri’nin tasarladığı eserler sergisinden gösterilen bu örnek, kadının yine çocukla ve annelikle ele alındığının bir örneğidir. Tüm bu çizilen fotoğraflarda kadın fedakâr şekilde öne çıkarılır, ona annelik “güdüsü” ile hayatını bile vermeye hazır bir portre çizilir. Savaşan, başkaldıran, itiraz eden bir kadın görmek mümkün değildir. Bu aslında toplumun ataerkilliğinin olduğu kadar kadının bu misyonu içselleştirmesinin de yansımasıdır.

Soykırım ve sürgünden sonra Çerkesler sadece Anadolu’ya değil Balkanlar’a da göç etmek zorunda kalmıştı. Bu göçlerden hemen sonra oradaki Çerkeslerin yaşantılarına dair Gustav Bullemer çeşitli araştırmalar yapmıştır. Bu araştırmalar, Nartların Sesi bülteninin Nisan 1979 tarihli altıncı sayısında “Yugoslavya’da Çerkesler” başlığı ile paylaşılmıştır. Bullemer’in aktarımlarından bazıları şu şekildedir:
“Çerkes kadınlarının çocukları oldukça sağlıklı ve güzel. (…) Balkan yarımadasında yaşayan tüm kadınlardan farklı olarak, Çerkes kadınlarının diğer toplumların erkekleriyle ilişki kurduklarını, hatta baktıklarını dahi göremezsiniz. Muazzam bir ahlâk ve davranışa sahipler.”[3]
Bullemer’den aktarılan bu cümleler, kadına bakanın eril gözünü bire bir yansıtmaktadır. Öncelikle çocuklar sadece kadınla ilişkilendirilmiş ve anneliğe tekrar vurgu yapılmıştır. Devamında ise kadınların, diğer uluslardaki erkeklerle ilişkilerine değinilmiş. Çerkes erkeklerini aynı ilişkiler ağında anlatmayan Bullemer, toplumda kadının daha kapalı ve sert kurallarla çevrili olduğunu istemeden açığa vuruyor. Bunun altında yatan esas kavram elbette ki “toplumun namusu”dur. Erkeğin diğer uluslardaki insanlarla iletişim şekli sorgulanmazken kadının, diğer toplumdaki erkeklere gözünü bile çevirmemesi övülecek bir şey olarak görülüyor. Çünkü kadın bu davranışıyla onuru ve namusu korumuş sayılıyor. Burada, soykırım ve sürgünü yaşamış bir halkın kültürel kapanmasının etkisi olduğu elbette tartışılmaz. Ancak bu kültürel kapanma sadece kadın üzerinden ele alınıp erkeklerin diğer toplumla ilişkileri sorgulanmıyorsa cinsiyet eşitliğinden söz edilemez. Milliyetçi yaklaşımın ve kültürü koruma gayesinin kadını getirdiği nokta annelik ve namustan öteye geçemez.
Soykırım ve sürgünün ardından Anadolu topraklarına dağılan Çerkesler’de kadının konumu maalesef uzun yıllar ikincil planda kaldı. Yukarıda bahsedilen sebepler bunun başlıca etkenleriydi. Köylerden kentlere yerleşme süreçlerinde Çerkesler kendi bağlılıklarını korumak amacıyla kurumlar kurdu fakat kadının konumu değişmedi. “Bu sorun yeni bir sorun da değil, dernekleşme sürecinin ilk başladığı yıllarda da kadınların politika belirleyici, farklı bir fikir ileri süren, cesaret eden, risk alan bir durumlarının olmadığını görürsünüz.”[4] Sürgünün 125. Yılı dolayısıyla 1989 yılında, Nejdet Hatam’ın girişimleriyle bir dizi etkinlik düzenlenmiş ve bu etkinlikler 125. Yıl Kültür Haftası ismiyle 21-27 Ekim 1989 tarihleri arasında devam etmiştir. Konuşmalar, yemekler, tiyatro gösterileri ve şarkı dinletilerinden oluşan ve pek çok diaspora kurumunun katıldığı etkinlikler toplamında yirmiden fazla konuşmacı yer almış ve sunumlarını yapmıştır. Dikkat çeken nokta şu ki; bu konuşmacıların arasında bir tane bile kadına yer verilmemiş.[5] Buradan yola çıkarak şu yorum yapılabilir: Diasporadaki Çerkesler’de toplumsal cinsiyet eşitliği yoktur çünkü kadınlar çeşitli kurum ve kuruluşlarda yer alamamakta, görev sürdürememekte, etkinliklerde aktif rol alamamaktadır. Sürgüne dair konuşanlar, yazanlar hep erkekler olmuştur. Dolayısıyla aktarılan da erkeklerin deneyimleridir; kadınların yaşadıkları konuşulmaz, çünkü kadınlar konuşamamaktadır.
Kadınların kendi hikâyelerini anlatmaları, sürgün ve soykırımı kadın açısından ele almaları veya kurumlarda etkin rol alabilmeleri konusunda son yıllarda gelişme yaşanmış ve kadınlar, kadınlığa dair konuşmaya başlamıştır. Bu alanda Çerkes toplumunun önünde uzun bir yol olsa da daha iyiye yöneleceğine dair umudumuz var.
[1] Aksoy’dan aktaran Doç. Dr. Cahit Aslan, “Edebi Anlatılarda Kafkas-Çerkes Nüfus Hareketini Anlama ve Adlandırma”, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, sayı 65, sayfa 63-76, Aralık 2020.
[2] Fethi Güngör, “Kafkas Kültürünü Dünyaya Tanıtan Adam: Staş Yuri”, Kafkas Vakfı Bülten, sayı: 12, sayfa: 32, 2002
[3] Nartların Sesi, “Yugoslavya’da Çerkesler”, sayı: 6, sayfa: 6, Nisan 1979
[4] http://www.gusips.net/news/8898-inceuzunguzelo-kadar.html
[5] Kafdağı Dergisi, “125. Yıl Kültür Haftası” dosyası, yıl: 3, sayı: 33-36, sayfa: 72-109, Ekim 1989/Ocak 1990
Yazıyı okuyunca gözümde büyüdü yol. Yol uzun,toplumumuzun sağlığı için atmamız gereken adımlarımız küçük. Nasıl bitecek bu yürüyüş.
İlk defa tren ve demiryolunu gören adamın gayreti şu olmuş. “Kocaman tren , küçücük ray, vay anam vay ” demiş. Bizim kide bu misal.