DW Haberi Asimilasyon, Gerçekler ve Çerkesler

19 'da okunur

Tuma Nursima Tuna

DW Türkçe’nin Çerkesler ile ilgili yayınladığı kısa belgeselden sonra bir asimilasyon tartışması başladı. Bu konuda fikir belirten çoğu kişinin kavramlar, tarihsel süreç ve Çerkeslerin talepleri konusunda fikir sahibi olmadığını gözlemledik. Bu tip tartışmaların nitelikli olması için öncelikle üzerinde konuşulan başlıkların netleştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu yazıda da bu minvalde kavramlar üzerinden kısa bir giriş yapacağım.

 TDK asimilasyonu “Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme.” şeklinde tanımlamıştır. “Dünyada uygulanan asimilasyon modellerinin başında Anglo-Uyum ile Eriyik Potası şeklinde iki alt yaklaşım geliştirmiş olan ‘konformist-fonksiyonalist asimilasyon modeli’ gelmektedir. (Kymlicka 1998:42; Giddens 2000:251). 1960’lardan önce ABD’de, göçmenlerden, kendi geçmişlerini terk ederek tamamen mevcut anglo-sakson değer ve kültürel normlarını benimsemeleri talep ediliyordu. Eriyik potası yaklaşımında ise, alıcı toplum ve göçmenlerin kültürünün birlikte yeni, evrim geçiren kültür kalıpları yaratacak biçimde karışması söz konusudur (Giddens 2000:25)” [1]

Asimilasyonun pek çok açıdan sert şekilde eleştirilmesi ile entegrasyon kavramı kullanılmaya başlamıştır. Entegrasyon farklı kökenden gelen etnik grupların kendi kültürlerini baskın kültür ile uyum içerisinde yaşaması olarak açıklanabilir ve bu anlamda eriyik potası yaklaşımına uygunluk göstermektedir. Teoride kültürel haklara daha duyarlı görünen bu kavram pratikte Castel’in ifadesiyle “asimilasyonun yavaş ve kibar biçimi” olma işlevi görmektedir (Castel ve Miller, 2008:362). Çünkü uyum iki farklı özne gerektirse de entegrasyon politikalarında yalnızca etnik grubun uyumlu hale getirilmesi amaçlanmıştır. Bu durum ise kamusal alanda yaşatılamayan etnik kültür ve anadilin ev duvarları arasına sıkışarak yok olmasına sebep olmaktadır.

“Asimilasyonun Yüzleri yaklaşımı, Gordon gibi Park ve arkadaşlarının doğrudan takipçisi olan Ron Taft tarafından ilk kez ABD dışında bir ülkede, Avustralya’da geliştirilmiştir (Yalçın  2004: 62–63). Daha çok psikolojik faktörler üzerine dayanan bu model, göçmenlerle alıcı toplum arasındaki ilişkileri beş faktör üzerinden ele alır. Bunlar, kültür ve dil konusundaki bilgi ve hünerler, karşılıklı sosyal etkileşim, grup üyeliği, gruba entegrasyon, grup normlarına uygunluktur. Taft (akt. Yalçın 2004: 63), bu beş maddenin her birini incelerken ayrıca dört unsura daha dikkat edilmesi gerektiğini belirtir: Motivasyon, çaba, algılanan başarı ve gerçek başarı. Bütün bu açıklamadan sonra Taft, asimilasyonla ilgili görüşlerini 4 madde halinde genellemiştir. Bunlar: (1) Birincil entegrasyon: Kalmaya istekli olma, eşle birlikte yaşadıkları yerden memnuniyet, yurdunu özlemek, kendini oralı gibi tanıtma, vatandaşlığa geçme isteği ve kendi evinde olduğunu hissetme. (2) İkincil entegrasyon: Normları kazanma, dili konuşabilme, sosyal kaynaşma. (3) Kendi etnik grubuna karşı tavrı: Kendi ülkesi ve kültürü aleyhine olabilme. (4) Sosyal sınıf eğitim seviyesi, dil bilgisi ve mesleki konumu (Yalçın 2004: 63).”

Asimilasyon ile entegrasyon kavramlarını ve her ikisinin de etnik kültürün kaybolmasına sebep olduğunu netleştirdiysek DW’nin belgeseline tekrar dönelim. Öncelikle bu kadar gündeme gelen belgeselin YouTube kanalındaki izlenmesi 1 haftada 100.000’i bile bulmamış. Buradan anlıyoruz ki hakkında yorum yapan binlerce kişi videoyu izleme zahmetine dahi girmemiş. Belgeselde öncelikle Çerkeslerin etnik kökeni ve kimliği, anavatanı, Kafkas-Rus Savaşı sonrası yaşanan sürgün ve Osmanlı’daki iskân süreci hakkında kısa bilgiler veriliyor. Ardından Türkiye’de Çerkes dili ve kültürünün hızlı bir şekilde yok oluşa doğru gidişinden bahsediliyor. Belgeselin bu konuda eksiği var fazlası yok.

Haberde kültürel yok oluşu hızlandıran devlet politikalarına ve tarihsel gerçeklere dayandırmaksızın asimilasyon tabirinin kullanılması, bunlardan bihaber olan bazı kesimlerin tepkisini çekti. Şimdi Türkiye’deki bu yok oluşun ulus devlet inşa edilirken asimilasyon, sonrasında ise entegrasyon şeklinde gelişen sürecine dair birkaç gerçeği paylaşalım.

Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Şükra Kaya 1930 yılında yayınladığı genelgede “Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet adet ve ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri mazilerine (Toplulukları geçmişlerine) bağlayan rabıtalar (bağlar) olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek bilhassa kötü göstermek ve hiç bir surette targib ve teşçi edilmeyerek (rağbet edilerek yüceltilmeyerek) adi ve ibtidai mahiyetleri (basit ve ilkel nitelikleri) her vesile ile teşhir olunarak takbih ve ta’yip edilmeli (kötülenip ayıplanmalı), o lehçeyi konuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını  Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle mesela Boşnak, Çerkes, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı vermemek, köylerinin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve mesela Çerkes köyü ve saire gibi ayrılıklara müsaade etmemek ve ettirmemek ve kendilerini ve yerlileri buna alıştırmak, evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine Türküm dedirtmek, hülasa dillerini, adetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak, her Türke teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”[2] ifadelerini kullanmaktadır.

1. Umumi Müfettiş Kazım Dirik, bölgesinde Çerkesler, Pomaklar ve Yahudiler olduğunu belirtip, “Mütareke ve milli savaşımızda Çerkes ve bazı Pomak köylerinin birleşerek bize acı neticeler verdiğinin malum” olduğunu hatırlatmış. Şimdi herkesin namus ile çalıştığını ve onlardan bir zarar görülmediğini söyleyerek “Bu demek değildir ki teyakkuz göstermiyelim. Hayır, daima müteyakkız olacağız. Çerkes kesafetine dokunmuş değiliz” diye eklemiştir. [3]

Dâr-ül-fünûn Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin 13 Ocak 1928 tarihinde düzenlediği yıllık kongresinde aldığı bir karar ile başlayan ve kısa sürede devlet tarafından desteklenerek yaygın hale getirilen “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası ile kamusal alanlarda Türkçe’den başka dil konuşulması yasaklanmıştır. Bugün Çerkes dilinin UNESCO tarafından tehlike altındaki diller statüsünde sayılması sadece günümüzün sorunu olmayıp bu tip uygulamaların görüldüğü uzun bir asimilasyon sürecinin çıktısıdır.

Soyadı Kanunu’nun 3. Maddesi gereğince aşiret, yabancı ırk ve millet isimlerinin soyadı olarak alınması yasaklanarak Çerkeslerin yüzyıllardır soylarını belirtmek için kullandığı sülale isimlerini resmî olarak kullanmasının önü kapatılmıştır.

 1923 yılında literatüre Gönen – Manyas Sürgünü olarak geçen ve 14 Çerkes köyünün tamamen yerinden edilip, Çerkeslerin insani olmayan koşullarda farklı bölgelere dağıtılması şeklinde bir kolektif cezalandırma uygulanmıştır. Devam eden yıllarda okullarda Çerkesçe konuşan çocuklara öğretmenler tarafından şiddet uygulanması, Çerkes köylerine Çerkeslerin hangi dili kullandıklarına dair yetkililere rapor vermesi amacıyla muhbir aileler yerleştirilmesi ve Çerkesçe konuşanların cezalandırılması gibi uygulamalar görülmüştür. Tüm bunlar dilini ve kültürünü yaşatmak isteyen Çerkesleri ne gibi yaptırımlar beklediğinin ilanı niteliğindedir.

Barış Ünlü’nün çalışmalarında ortaya koyduğu Türklük Sözleşmesi kavramına göre Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansiyelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekmektedir. [4]

Devlet tarafından tehdit olarak görülen ve yaşadıkları bölgelerde sürekli gözetim altında tutulan Çerkeslerin, Türklük Sözleşmesine uyduğu takdirde sıkıntı çekmeyeceğine dair fiili bir vaat sunulmuştur. Yüzyıllardır savaş, sürgün ve muhacirlik tecrübeleri sebebiyle toplumsal travmalar taşıyan Çerkeslerin büyük çoğunluğu kanaatimce sunulan bu sözleşmeyi travmalarına bir yenisini eklememek kaygısıyla kabul etmiştir. Bu anlamda Çerkes kimliğin, değil Türk milliyetçiliğini önceleyen Çerkeslerin bugün girdiği makbul vatandaş olma yarışını tarihsel süreç çok net biçimde ortaya koymaktadır.

Tüm bu tarihsel gerçekler ve devletin uyguladığı politikalar ortaya konulduğunda Türkiye’de Çerkeslerin bir asimilasyon sürecine tabii tutulduğu şüphe götürmemektedir. Kafkas derneklerinin çatı kurumu olan KAFFED’in, DW’nin belgeseline ilişkin yaptığı açıklamada da asimilasyonun varlığı dile getirilmiştir. Hatırlatmak gerekir ki, gerçekleri yok saymak yaşananların yok olmasını sağlamayacağı gibi geleceğe yönelik bir adım atılmasını da engellemektedir.

Avrupa Birliği Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne göre “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette, böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler grubun diğer üyeleri ile birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadet etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenmez.” [5]

Uluslararası sözleşmelerde de yer alan anadil hakkı ve kültürel haklar insan hakkı niteliğindedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yaklaşımına göre devletin insan haklarının kullanılmasına ilişkin negatif ve pozitif iki farklı yükümlülüğü bulunmaktadır. Negatif yükümlülük devlete, yasaların izin verdiği haller dışında hakka müdahale etmeme görevi yüklemektedir. Buna karşılık pozitif yükümlülükler; kişilerin haklardan etkin şekilde yararlanması için devletin bazı tedbirler almasını, bir başka ifadeyle aktif bir şekilde müdahale etmesini gerektirmektedir.

Geçmişte uygulanan yanlış politikaların dile getirilmesi kimilerinin lanse ettiği gibi bölücülük niteliğinde olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, Çerkeslerin kültürünü yaşatmak için devlet tarafından desteklenmeyi talep etmesi en tabii insan hakkı niteliğindedir. Üstelik belirtildiği üzere devletin de bu taleplere olumlu dönüş yapması şeklinde pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır.

 Almastı Çerkes Kadın Hareketi olarak bizim de maruz kaldığımız, Türkiye’de son yıllarda alışılageldiği üzere kişileri ve kurumları söylemleri sebebiyle kriminalize eden anlayışı şiddetle reddediyoruz. Kişilerin ve toplulukların demokratik zemindeki meşru hak talepleri siyasi konjonktür sebebiyle yok sayılmamalıdır. Gerektiğinde ‘ülkemizin zenginliği’ olarak ifade edilen Çerkes kültürü ve dilinin yok olmaması için acilen önlemler alınması gerektiği açıktır. Bu zenginlik söylemi şayet samimiyet içeriyorsa, asimilasyonu önlemek için yine samimi adımlar atılmalıdır.

Dipnotlar

1 Abdurrahman Karataş , Almanya’daki Türkiyeli Göçmenler Özelinde Asimilasyon ve Entegrasyon, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2006.

2 “Iskâna Tâbi Tutulanların ‘Türkleştirilmesi’ Uygulamasına Ilişkin Gizli Genelge, No. 1/28, Ankara, 1930”, Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri Üstüne Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar, Özge Yayınları, Ankara 1993, sayfa 506-509.

3 Ahmet İnsel, Son Çare İmha Politikası. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet-insel/son-care-olarak-imha-politikasi-1011458/

4 Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925), Mülkiye Dergisi , Sayı: 38, 2014.

5  Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi metni. https://inhak.adalet.gov.tr/Resimler/Dokuman/2312020093321bm_05.pdf

Bir önceki

Cinsiyetçilik Her Zaman Saldırmaz: Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Kuramı

Bir sonraki

Sıla’nın Katilleri İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilenlerdir

Latest from Blog

İkrardan Dönüş

oturdum saydım. kaçıncı gündü. öldüğü, son nefesini verdiği gün müydü birinci gün. yoksa defnedildiği gün mü.

0 $0.00